<<<<<<< CURRENT_FILE
======= DIFF_SEP_EXPLAIN
>>>>>>> NEW_FILE
Page 1 of 1

Anayasa Mahkemesi Kararına Karşı AİHM'nde Açılan Dava

Posted: Mon Jun 08, 2009 7:07 pm
by fikirbay
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
BAŞKANLIĞI’NA

USULİ İŞLEMLER AÇISINDAN SUNUŞ

1. Davamın nedeni, bir Türk vatandaşı olarak İnsan Haklarını ve Temel Hakları Korumaya Dair Sözleşme’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) 34. maddesi ve Mahkeme İç Tüzüğü’nün 45. ve 47. maddeleri uyarınca Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yaptığım başvurudur.

2. Yüce Mahkeme huzurunda kendi kendimi temsil etmeme izin verilmesini talep ediyorum.

3. Türk hukuku uyarınca Devlet memuru statüsündeyim. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nda 20 yıldan bu yana (1987 yılından beri) Devlet memuru olarak görev yapmaktayım ve halen Uzman unvanını taşıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Hamburg Başkonsolosluğu’nda Ataşe unvanıyla 4 yıl, Türkiye Cumhuriyeti Bakü Büyükelçiliği’nde Ataşe unvanıyla 4 yıl ve Türkiye Cumhuriyeti Mainz Başkonsolosluğu’nda yine Ataşe unvanıyla 1,5 yıl diplomatik statüde görev yaptım ve ülkemi başarıyla temsil ettim. Halen ücretsiz izinli olarak Kuala Lumpur’da ikamet ediyorum.

OLAYLAR

I. Davaya Esas Teşkil Eden Olaylar

4. Türkiye Cumhuriyeti, yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, sözünü geçiren, üstünlük kazanan, bağımlı olmayan, hükümran ve hâkim Türk Milletinin milli iradesinin üstünlüğüne dayalı bir devlettir. Milletin ve onun tüzel kişiliği olan Devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık ve hâkimiyet anlamına gelen egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti iki sağlam ayak üzerinde durmakta ve yürümektedir. Bu ayaklardan biri “milli iradenin üstünlüğü” ilkesi ve diğeri ise “hukukun üstünlüğü” ilkesidir.

Anayasa Mahkemesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması ile ilgili davada almış olduğu kararla, milli iradenin üstünlüğünü yok ederek milli iradeyi ipotek altına alma ve hakimiyeti milliyeye son verme amacında olan egemen çevrelerin hazırladığı bir ipotek belgesini tasdiklemiş bir noter durumuna düşmüştür. Hukukun üstünlüğünü korumak ve yüceltmek, başta yargıçlar olmak üzere, hukuk adamlarından oluşan Yargı Erki’nin görevidir.

Milli iradenin üstünlüğünü korumak ve yüceltmek de, başta Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinin Başbakanı ve Bakanları olmak üzere, Yasa Koyucu durumundaki parlamenterlerden oluşan Yasama Erki’nin görevidir. “Yüksek Yargı” mensupları marifetiyle yaratılmış bu hukuki garabet ortadan kaldırılmadıkça veya sonuçları bertaraf edilmedikçe, milletin iradesi egemen sınıfların iradesine boğdurulmuş ve ipotek altında kalmış olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 70 Milyon vatandaşından biri olmakla, milli iradenin doğal ve ayrılmaz bir parçası konumunda bulunan biri sıfatıyla, hukuk adına olup bitenlerden ve yaşanan hukuk sürecinden hukuki menfaatleri ağır şekilde zarar görmüş bağımsız düşünen bir birey ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, milli iradenin üstünlüğünün ve milletin kayıtsız şartsız egemenliğinin korunması adına, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıma hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Kısacası, Adalet ve Kalkınma Partisi nezdinde milli egemenlik sorgulanmış, milli irade yargılanmış ve verilen karar ile milli idareye gölge düşmüştür ve çiğnenen milli iradenin yetmiş milyonda biri şahsıma aittir ve payıma düşen hakkı kullanmak istiyorum.

Anayasa’nın “Değiştirilemeyecek hükümler“ başlıklı 4. maddesi uyarınca, Anayasa’nın birinci, ikinci ve üçüncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Buna karşın, Anayasa’nın 6. maddesi uyarınca da Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

Bu iki hüküm yan yana konulduğunda ve birlikte okunduğunda, okuyan her kişide, yürürlükteki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın esasen “egemen birileri” veya millet egemenliğine dayanmayan kerameti kendinden menkul ne idüğü belirsiz bir zihniyet tarafından hazırlanmış ve kayıtsız şartsız egemen olduğu varsayılan Türk milletinin önüne zoraki konulmuş olduğu intibaı uyanıyor. Çünkü, metindeki ifade tarzında, milli iradeyi gizliden hiçe sayan veya milli iradeye müdahale eden egemen bir zihniyetin gölgesi hissediliyor. Bir Türk evladı olarak hissettiğim ve düşündüğüm budur.

Egemenlik kayıtsız şartsız millete ait ise, nasıl olur da, egemen olan hür ve milli iradenin Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılması engellenebilir ve birinci, ikinci, üçüncü maddelerin değiştirilmesi teklif edilemez? Egemenlik kayıtsız şartsız milletin ise, nasıl olur da milli egemenliğin ilk ve en önemli işaretlerinden biri olan mevcut Anayasa’yı değiştirme hakkı veya bu yönde tezahür edecek olan milli irade “kayıt” ve “şart” altına alınabilir?

Bu “gizli” irade kimindir ve gücünü nereden almıştır? Milli irade kullanılarak Anayasa değiştirilemeyecek ise Türk milleti kayıtsız şartsız neye egemendir? Görünürde milletin egemenliği söz konusu ve milli iradenin üstünlüğüne uygun olarak söz milletin iken, Anayasa’nın ve milli iradenin “üstünde” olan ve görünmeyen bir egemen irade mi vardır? Bu iradenin milli irade ile örtüşüp örtüşmediğinin açık teminatı ve hukuki dayanağı nedir? Bu noktada karanlık bir örtü veya bir “kara delik” vardır. Anayasa Mahkemesi karar verirken gücünü ve yetkisini, 2949 sayılı Kanun yerine, bu kara delikten mi almıştır? Bu sorunun cevabını aramak, milli iradenin cüzi bir parçası da olsam, benim vazifemdir.

Yeni bir Anayasa yapma veya mevcut Anayasa’yı değiştirme hakkı kayıtsız şartsız egemen olan millete aitse, dördüncü maddeyi nasıl anlamak gerekir? Anılan dördüncü madde 2709 sayılı Anayasa’nın birinci, ikinci ve üçüncü maddelerine yönelik olduğuna ve sadece bu maddeleri bağladığına göre, yeni baştan bir Anayasa hazırlanması halinde dördüncü maddenin yeni Anayasa’yı bağlamayacağı düşünülebilir. Milli irade adil olmayan bir biçimde yargılanmış ve mahkum edilmiştir. Anayasa Mahkemesi tarafından kaynağı veya yasal dayanağı bulunmayan bir yetkinin kullanımı yoluyla açıkça “yetki gaspı”nda bulunulmuştur. Bu nedenle, yargılama adil ve anayasal mevzuata uygun değil ve karar da hukuka uygun değildir.

Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri 2949 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile sınırlıdır. Zaten, 2949 sayılı Kanun’un 1. maddesinde de; “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile verilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak üzere Ankara'da bir Anayasa Mahkemesi kurulmuştur.” ibaresi mevcuttur.

O halde, kaynağı veya yasal dayanağı olmayan ve Anayasa ile verilmeyen bir yetkinin kullanımı söz konusu olamaz. Bir Hukuk Devleti’nde hiçbir organ veya erk kaynağı Anayasa’da bulunmayan bir yetkiyi kullanamaz.

Anayasa’nın “Egemenlik” başlıklı 6. maddesi uyarınca; Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Yetkili organlar “kayıtsız şartsız millete ait olan” egemenliği Anayasa’nın koyduğu esaslara göre kullanmadıkları zaman egemenlik kayıt ve şarta bağlanmış olur.

Anayasa Mahkemesi tarafından yargılama sırasında “kaynağı Anayasa’da bulunmayan bir yetki” kullanılarak mevzuata uygun adil bir yargılama yapılmamış ve milli idareye ve milletin egemenliğine gölge düşürülmüştür.

Üstelik, Anayasa’nın “Yasama Yetkisi” başlıklı 7. maddesi uyarınca; Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.

Buna karşın, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı hukuka ve mevzuata aykırı son kararla, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ait olan Yasama yetkisinin bir bölümü adeta Yargı Erki’ne devredilmiştir.

Anayasa’nın “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı 11. maddesindeki; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” hükmü çiğnenmiştir.

Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasa’nın “Yargı yolu” başlıklı 125. maddesindeki; “Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.” hükmüne aykırı bir şekilde, Yürütme Erki’nin “Yürütme görevini yerine getirmesini kısıtlayıcı” ve bazı konularda ise “takdir hakkını kaldıracak biçimde” bir yargı kararı verilmiştir.

Hukuki deyimle, bir “yerindelik” denetimi yapılmıştır. Bu denetimin yasal dayanağı yoktur ve keyfidir. Milli iradenin sunduğu yetkilerle hareket eden Yasama ve Yürütme Erki ile kararlarını ancak Türk Milleti Adına verebilen Yargı Erki arasındaki çekişmede milli irade zedelenmiştir.

Milli iradenin üstünlüğü esastır. Hiçbir erk ya da organ milli iradeyi örseleme hakkına sahip değildir. Sahnelenen hukuk oyununda altta kalan milli irade olmuştur. Bu durum Türk milleti tarafından kabul edilemez.

Türkçe’deki hoş bir deyimle Yasama-Yürütme Erki ile Yargı Erki mensupları kendi kendilerine gelin-güvey olmuşlar ve bu ilişkiden prematüre bir çocuk doğmuştur. Bu sakat çocuk milli iradenin boynuna asılmıştır.

Türk milleti adına verilen bir karar ile Türk milletinin milli iradesinin üstünlüğü sakatlanmıştır.

“Türk milleti adına” verilen kararlarla milli iradenin üstünlüğü ve Türk milletinin bağımsız milli iradesi ile hür ve serbest seçimlerde vekalet vererek oluşturduğu Yasama Erki’ne tanınmış olan “Anayasa’yı yapma ve değiştirme hakkı” ipotek altına sokulamaz.

Sahnelenen hukuk süreci ile, Anayasa’nın 6. maddesi uyarınca kayıtsız şartsız egemen olan Türk milletinin “milli iradesinin tartışılmaz üstünlüğü” tartışma konusu edilmiş ve Türk milletinin hür ve serbest seçimlerle vekalet verdiği Yasama-Yürütme Erki mensuplarının cesaretten yoksun tutumları ve olaya çanak tutan uygulamaları sayesinde, esasen bu konuda hiçbir yetkisi bulunmayan Yargı Erki tarafından, milli iradeye adeta ipotek konulmasına yol açılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir vatandaşı ve 70 Milyonluk Türk milletinin yetmiş milyonda bir hakka sahip bir mensubu olarak hukuki kılıf içinde sunulan hukuka aykırı bu dayatmayı kabul etmem ve milli iradenin bu şekilde boğdurulmasına, ezdirilmesine, zedelenmesine veya örselenmesine seyirci kalabilmem mümkün değildir.

II. İlgili İç Hukuk

5. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (2709 sayılı Kanun)

Anılan Kanun’un 1, 2, 3, 4, 6, 7, 10, 11, 125, 128, 129. ve ilgili diğer maddeleri.

6. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun (2949 Sayılı Kanun)

Anılan Kanun’un 1. ve 18. maddeleri.

7. Danıştay Beşinci Dairesi’nin Devletin uluslararası sözleşmelere uyma yükümlülüğü ile ilgili emsal kararı:


Dairesi Karar Yılı Karar No Esas Yılı Esas No Karar Tarihi
BEŞİNCİ DAİRE 1991 933 1986 1723 22/05/1991

KARAR ÖZETİ
DEVLETİN, USULÜNE UYGUN OLARAK ONAYLANIP YÜRÜRLÜĞE KONULAN ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE YER ALAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ KENDİ VATANDAŞLARINA DA TANIMAK VE İÇ HUKUKUNDA SÖZLEŞME HÜKÜMLERI DOĞRULTUSUNDA GEREKLİ DÜZENLEMELERİ YAPMAK ZORUNDA OLDUĞU HK.


HUKUK

Sözleşmenin İhlali İddiası

A. Sözleşmenin 1. Maddesinin İhlali

8. “Sözleşme”nin “İnsan Haklarına Saygı Yükümlülüğü” başlıklı 1. maddesi; “Yüksek Sözleşmeci Taraflar, kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanırlar.” hükmünü amirdir.

Yargı Erki’ni temsilen bağımsız ve tarafsız olması gereken Anayasa Mahkemesi’nin, adil bir yargılama yapmaksızın, milli iradeye yansıyan bireysel payım ölçüsünde hak ve özgürlüklerimi tanımasını, savunmasını ve genişletmesini beklediğim ve siyasal partilerden birine oy vermek suretiyle hür irademle oluşturduğum Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki Yasama ve Yürütme Erki mensuplarının yetki alanlarına tecavüz ederek milletten (ve milli iradeye yansıyan bireysel payım ölçüsünde benden) almış oldukları vekaletle “benim birer vekilim olarak” iş gören Yasama ve Yürütme Erki mensuplarının yetki alanlarını daraltmış, yasa vazetme ve yürürlüğe sokma haklarını kısıtlamış, icra alanlarına müdahalede bulunarak icrai kararlar alamaz duruma getirmiş ve özellikle bireylerin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili alanlarda takdir yetkisini de tümüyle ortadan kaldıracak şekilde kararlar almış ve yetki gaspında bulunarak hükme varmış olması, insan haklarına saygı yükümlülüğü ile bağdaşmamaktadır.

Bu anlamda, Türk milletini oluşturan bireylerin serbest seçimlerde hür iradeleriyle oy kullanmak suretiyle yasal mevzuatın oluşturulması ve kamu hizmetlerinin yürütülmesi için kendi adlarına (Türk milleti adına) vekalet verdikleri erklerin yetkilerinin kısılması, yetki tecavüzünde bulunulması ve bireylerin bazı hak ve özgürlükleriyle ilgili hususlarda milletin vekillerinin takdir haklarını tümüyle ortadan kaldırmış ve milletin vekillerinin alacakları kararları baskı altına alacak tarzda bir yargı kararı ve hükümler tesis edilmiş olması Sözleşmenin 1. maddesinin ihlal edildiğini kanıtlamaktadır.

Yukarıda 7. maddede sunduğum Danıştay 5. Dairesi’ne ait kararın tetkikinden de görüleceği üzere; “DEVLET, USULÜNE UYGUN OLARAK ONAYLANIP YÜRÜRLÜĞE KONULAN ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE YER ALAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ KENDİ VATANDAŞLARINA DA TANIMAK VE İÇ HUKUKUNDA SÖZLEŞME HÜKÜMLERI DOĞRULTUSUNDA GEREKLİ DÜZENLEMELERİ YAPMAK ZORUNDA...” iken, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay kararında belirtilenin tam tersine bir yola saparak, uluslararası sözleşmelerde yer alan hak ve özgürlüklerin Türkiye Cumhuriyet vatandaşları olarak bizlere de tanınması ve iç hukukumuzda sözleşme hükümleri doğrultusunda gerekli düzenlemelerin yapılması için meclise gönderdiğimiz vekillerin iradelerini baskı altına alan, dokunulmazlıklarını dahi tehdide maruz bırakan ve yasal yetkilerine tecavüz eden kararlar almış ve takdir yetkisini dahi kısıtlayıcı hükümler getirmiş olması iç hukuka dahi aykırı ve üzücü olduğu gibi, uluslararası sözleşmelerde yer alan hak ve özgürlükleri tanımak üzere, iç hukukta yapılması gereken düzenlemelerin yolunu da böylelikle tıkamış olması açısından da Sözleşmenin 1. maddesine tümüyle aykırıdır.

B. Sözleşmenin 6. Maddesinin İhlali

9. “Sözleşme”nin “Adil Yargılanma Hakkı” başlıklı 6. maddesi; “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” hükmünü amirdir.

Yukarıdaki 8. maddede arz ve izah ettiğim nedenlere bağlı olarak dolaylı da olsa milletin fertleri, bireylerin hak ve özgürlükleri ve sonuçta şahsımla da ilgili olan yargılama adil ve tarafsız yapılmadığı gibi, Anayasa Mahkemesi üyelerinden bazılarının, medya vasıtasıyla kamuoyuna da yansıtılan haberlerden de anlaşıldığı üzere, yargılama süreci sırasında konu ile doğrudan hiçbir ilgisi bulunmayan bazı kurumların üst düzey temsilcileri ile “içeriği egemen Türk milletine tam olarak açıklanmayan” kapalı görüşmeler yapmış olmaları da, Anayasa Mahkemesi üyelerinin, en azından bazılarının, bağımsız hareket etmedikleri hususunda karine teşkil etmektedir.

Bireylerin hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalardan doğan sorunları gidermek amacıyla Yasama ve Yürütme Erki mensuplarının yapmak istedikleri düzenlemeler karşısında milli egemenliğe ve milli iradeye yargının haksız ve yetkisiz müdahalesi şeklinde tezahür eden ve bireylerin vekil olarak tayin ettikleri kişilerin hak ve yetkilerinin gasp edilmiş olması nedeniyle bireysel hak ve yükümlülüklere de ister istemez etki eden yargılamanın, bu yönüyle, Sözleşmenin 6. maddesine aykırı olduğunu düşünüyorum.

SONUÇ VE İSTEM

10. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal rejimi, otokrasi, aristokrasi veya jüristokrasi değil, demokrasidir.

Türkiye Cumhuriyeti, belirli egemen sınıfların, bir bürokratik oligarşinin veya hukukçuların Devleti değil, bir “Hukuk Devleti”dir.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olduğuna göre, Türk milleti, demokrasi dışında, sınıfsal egemenliğe dayalı diğer herhangi bir siyasal rejimi asla kabul etmeyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, egemen bir milletin fertleri olarak, hür iradeleri ile ve serbest seçimler yoluyla, milli iradenin üstünlüğüne dayalı iktidarlara belirli aralıklarla vekalet ve yetkiler vererek düzenli ve periyodik bir şekilde Yasama ve Yürütme erklerini oluşturmak suretiyle, bağımsız ve tarafsız bir Yargı Erki’nin de oluşturulmasını ve erklerarası karşılıklı denetimin en sağlıklı biçimde düzenlenmesini sağlayabilme azim, kararlılık, olgunluk ve yeteneğine sahiptirler.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında, az sayıda da olsa, Yahudi, Ermeni ve Rum asıllı vatandaşlarımızın bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bunların içinden, özellikle Yahudi kökenli vatandaşlarımızın, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” parolasını şiar edindiklerinden olsa gerek, “Türklük” kavramını benimsedikleri ve Ermeni kökenli vatandaşlarımızın da, Müslümanlığı Hristiyanlığa oldukça yakın bulduklarından olsa gerek, “Müslümanlık” kavramını benimsedikleri bilinmektedir.

Dolayısıyla, Yahudi kökenli vatandaşlarımızın, belki de Museviliğin baskın, etkin ve belirleyici bir din olmasından dolayı, Müslümanlığa uzak durdukları ve daha ziyade “Türklük” kavramına yakınlık hissettikleri, Ermeni kökenli vatandaşlarımızın ise, belki de Hrıstiyanlığın oldukça “hoşgörülü” bir din olmasına sığınarak, daha ziyade “Müslümanlık” kavramına sıcak baktıkları ve Türklüğe uzak kaldıkları tespit edilebilmektedir.

Ancak, “Türk milleti”nin kültürel kimliği iki ayak üzerinde yükselmektedir. Müslüman-Türk olmak. Türk milletinin kültürel kimliğinde hem “Müslümanlık” hem de “Türklük” temel ve vazgeçilmez unsurlardır.

O halde, Müslüman-Türk milletinin çoğunluğu oluşturan fertlerinin, bir kısım Yahudi ve Ermeni kökenli vatandaşlarımız gibi, “Türklük” veya “Müslümanlık” kavramlarından yalnızca birini seçmeye zorlanmaları veya bu iki kavramdan sadece birine yakınlık duyup diğerine düşmanlık beslemeleri için tarihsel ve kültürel hiçbir sebep mevcut değildir.

Müslüman-Türk milletinin kültürel kimliğinin normal ve sağlıklı yapısını oluşturan iki ayaklı halini reddedip, Avrupa Birliği’ne tek ayakla ve topal adımlarla girmesini beklemek dostane ve şık bir tutum olmayacaktır.

Her ne kadar tarihte Türk düşmanlığıyla bilinen “Papa Benedikt”in tablosu ve manevi gözetimi altında karşılıklı imzalar atılmış olsa da, her Müslüman-Türk evladı, en az bir Türk’ün Hristiyan veya Musevi dinini seçme özgürlüğü kadar, bir Avrupalı’nın da Müslüman dinini seçme özgürlüğünün savunulması ve teminat altına alınması gerektiğinin bilinci ve hoşgörüsü içindedir. Sadece “Avrupa Birliği’ni bir Hristiyan Birliği olarak görmeme” bilinci bile, böyle düşünen bir Avrupalı’nın ufkunu, toleransını ve dünya görüşünü alabildiğine genişletecektir.

Bu bağlamda, Avrupa değerlerine yürekten inanan ve bu değerleri samimiyetle savunan Müslüman-Türk evlatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptıkları başvuruların Avrupalı Hakimler tarafından aynı samimiyet ve hassasiyetle ele alınıp değerlendirileceğini ummak isteriz.

Öte yandan, her ne kadar Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.” demiş olsa da, bu veciz sözler 19. Yüzyıl pozitivizminin etkisinden arınmış berrak bir zihinle ve modern bilimsel ve teknik verilerin ışığında dikkatlice incelenip tarafsız bir gözle irdelendiğinde, Mustafa Kemal’in, en hakiki yol gösterici olarak bilim ve tekniği kabul etmiş olsa bile, kendisinden 100 yıl sonraki modern bilimin ve tekniğin 19. Yüzyıl pozitivizminden çok daha aydınlatıcı, kuvvetli ve parlak ışığında bilimsel kanıtlarla Allah’ı gören ve 1400 yıl önce indirilen Kur’an’ı doğrulayan bilimsel kanıtlar karşısında kaçınılmaz bir şekilde İslamiyet’e yönelen hiçbir Türk’e “sakın Müslüman olma ve ne pahasına olursa olsun Müslümanlığa uzak dur” demediğini de açıkça görmek ve yorumlamak mümkündür.

Mustafa Kemal; “En hakiki yol gösterici ilim ve fendir ama, eğer o yol gösterici Allah’ı gösterirse, sakın o yoldan gitmeyin!” demeyecek kadar şerefli, akılcı ve zeki bir insandır.

O halde, 21. Yüzyıl biliminin ve tekniğinin beyinleri aydınlatan ışığında kanıtlanan Kur’an’daki mucizevi bilimsel öngörülerin Hristiyan ve Musevi inancındaki insanları bile giderek etkilemesinin muhtemel ve belki de kaçınılmaz bir sonuç olduğu ve bu muhtemel sonuç doğrultusunda ve “dinlerarası diyalog” yakınlaşması çerçevesinde, Kur’an’ı doğrulayan evrensel nitelikteki bilimsel gerçeklerin Türkçe’deki “aklın yolu birdir” deyimine de uygun olarak insanlığın “Müslümanlık” etrafında toplanmasına yol açabilecek bir “küresel inanç birliği” etkisi yapabileceği ve Kabe’nin giderek, yalnız müslümanların değil, tüm insanların ortak kıblesi ve barışın simgesi olabileceği göz önünde tutulduğunda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da bilimsel veriler üzerinde yükselen bir inanç trendine bigane kalmalarını ve 150 yıl önceki çürümüş pozitivist fikirlerin etkisiyle Müslümanlığa uzak durmalarını beklemek tam bir hayalcilik olur.

Sonuç olarak, Müslüman-Türk milletinin milli iradesi ne “Türklük” kavramından vazgeçip sadece “Müslümanlık” ile yetinmeye ne de “Müslümanlık” kavramından vazgeçip sadece “Türklük” kavramını kabul etmeye müsaittir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük çoğunluğu tarafından “Türklük” kavramı “Müslümanlık” kavramına ve “Müslümanlık” kavramı da “Türklük” kavramına yakıştırılmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde milli irade bu yöndedir. Egemenlik de kayıtsız şartsız milletin olduğuna göre, eğer bu kanaat değişecekse, değişim kararını verecek olan ve vermesi gereken egemen güç Müslüman-Türk milletidir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç bölümüne konulmuş ancak içi doldurulmamış olan “Atatürk milliyetçiliği” kavramına sığınılarak toplum mühendisliğine soyunan egemen sınıflar tarafından “muğlak bir laiklik” tanımı altında Türk’ü Müslüman kimliğinden soymaya ve Müslümanlıktan uzaklaştırmaya, egemenlik kayıtsız şartsız milletin olduğu müddetçe, hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Hiçbir toplum tek bir şahsın milliyetçilik anlayışını, bu şahıs eğer bir peygamber değilse, ilelebet hakiki tek yol gösterici olarak kabullenmez.

Kaldı ki, tarih boyunca, Peygamberlerin bile yol göstericiliği tek başına geçerli olamamıştır.

Müslüman-Türk milletinin olan biteni tepkisiz ve durgun bir tavırla izliyor olması, ne olup bittiğinden habersiz olmasından değil, son derece hoşgörülü ve kendine güvenli olmasındandır. Bu olgunluk ve özgüven hiç kimse tarafından yanlış anlaşılmamalıdır.

Müslüman-Türk milleti, Anayasa’nın başlangıcındaki ifadeyle; “Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ile veya Avrupa Birliği değerleriyle çelişip çelişmediğine” elbette kendisi karar verecektir.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve hiç kimse, Müslüman-Türk milletinin tasdiklemediği ve kıymeti kendinden menkul bir Atatürkçülük anlayışından aldığı ne idüğü belirsiz bir yetki ile, milli iradeyi dizginleme ve egemenliği milletin elinden alma hakkına sahip olamaz.

Müslüman-Türk milletinin Avrupa Birliği değerlerini benimsemesi ve tam üye olmayı kabul etmesi halinde, Avrupa’daki insanların da bugünkü önyargılarından arınarak farklı dinleri, inançları ve düşünceleri daha iyi tanımaya ve daha toleranslı olmaya yönelecekleri tahmin edilebilir. Tıpkı, otuz yıl savaşları sonunda, Avrupalı Katoliklerin Protestanları tanıyıp kabul ettikleri ve birarada “barış içinde” yaşamayı öğrendikleri gibi.

Bizi “kendi kültürel kimliğimizden tümüyle soyunmaya zorlamaksızın” içine kabul edebilecek bir Avrupa Birliği’nin kültürel bağışıklığının daha kuvvetli olacağı ve zihinlerin daha da berraklaşacağı tartışmasızdır.

Bundan 300 yıl önce Avrupa’da hakim olan Protestan-Katolik çatışması “Westphalia Sözleşmesi” ile nasıl sağlıklı bir zemine oturdu ve bugün bu çatışmalardan eser kalmadı ise, günümüzde de belki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden yola çıkılarak varılacak bir “Anatolia Sözleşmesi” ile Hristiyan-Müslüman çatışması yok olabilecek ve sağlıklı bir zemine oturabilecektir.

11. Yukarıda arz ve izah ettiğim gerekçeler ve sunduğum bilgiler ışığında, davamın kabulünü ve esasen milli iradenin hür bir şekilde Anayasa yapma ve vekalet yoluyla yasa koyma hakkını sorgulamaya yetkisi bulunmayan ve vekaletini milletten, yetkisini Anayasa’dan alan Yasa Koyucu’nun ürettiği yasaların Anayasa’ya uygunluğunu münhasıran “mevzuatta öngörülmüş hukuki unsurlar açısından” denetleyerek kabul ya da ret (iptal) etme yetkisini haiz olan ve Anayasa Mahkemesi’nin tüzel kişiliği ile temsil olunan Yargı Erki tarafından, mevzuata uygun ve adil bir yargılama yapılmadığının, hukuka aykırı bir kararla anayasal mevzuatın çiğnendiğinin ve Yasama-Yürütme Erki mensuplarınca da, Türk milleti tarafından kendilerine verilmiş olan vekalet ve temsil hakkı hatalı kullanılmak suretiyle, milli iradenin üstünlüğü tartışmalı hale getirilerek milli iradeye gölge düşürüldüğünün ve daha da vahimi, sonuca sessizce razı olunarak, milletin egemenliğine ve milli iradeye ipotek koydurulduğunun tespiti ile tazminata hükmedilmesini talep ediyorum.

Yukarıda arz ve izah ettiğim sebeplere bağlı olarak Yüce Mahkemenizce, Sözleşmenin 1. ve 6. madde hükümlerinin ihlal edilmiş olması nedeniyle, mevcut iç hukuk sistemine ve Devletime sarsılan güvenimin şahsımda yarattığı hayal kırıklığı ve üzüntü ile milli iradenin üstünlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin ağır şekilde ihlal edilmesi ve örselenmesi karşısında Devletimin geleceği açısından hissettiğim endişe ve ümitsizliğin karşılığı olarak tarafıma 1 Avro manevi tazminat ödenmesine karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim.

Başvuran/Davacı
04.08.2008, Türkiye

ADRESİM: